5 Mart 2010 Cuma

Ne Nurdan Ne Çamurdan...

Kendi ifadesiyle 'materyalist' bir şair olan Nazım Hikmet'in tasavvufla ilişkisi ilk bakışta gereksiz, anlamsız ve tutarsız bir sorun, bir başlık olarak görülebilir ve görüldüğü kadar da anlamsızdır. Lakin özellikle rubaileriyle Nazım Hikmet'in irfani gelenekle bir biçimde ilişkili olduğu da bir o kadar gerçektir.
Sözü dolaştırmaksızın, rubailerinden biriyle soruna bir kapı aralamak yerinde olacak :
'Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız
hep hısım akrabayız
ve ey güneş gözlü sevgilim, 'cogito ergo sum' değil
bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz...'
Nazım'ın Heidegger okuyup okumadığını bilmiyorum.
Ama 'düşünüyorum, o halde varım'ı, varlık algısına uygun olarak tersine çevirip, 'varım ki düşünüyorum'a dönüştürdüğü bilinir.
Sevgili'nin gözünün 'güneş'e teşbihine de dikkat etmek lazımdır. Güneş (şems) dişil bir kelimedir ve ilahi hakikat'i, Yaratıcı'yı temsil eder. 'Güneş gözlü sevgili'den kasıt bir kadın değilse, onu aşan bir şeyse ve benzetme sıradan bir söyleyiş olmaktan öte ise, burada fizikötesi bir ima veya inisiyatik bir doğrultu düşünülebilir.
Varlık 'aile'sinin 'haşmet'li olarak nitelenmesi de dikkat çekicidir. Varolana duyulan hayranlık ve onun olağanüstü niteliğine ilişkin bir yaklaşım söz konusudur burada.
Bir başka rubaisinde (başlığa konu ettiğim), insanın beden ve ruhunun kökenine atıfta bulunur
'Ne nurdan
Ne çamurdan
Sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk
Yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan...'
Nur, insanın ruhunun kökenini, çamur ise maddi doğasının aslını ima etmektedir.
İrfan ehli yaratılışı şöyle hikaye eder : Başlangıçta Allah vardı ve O'nunla birlikte bir şey yoktu. Önce Kendi nurundan Nur-ı Muhammedi'yi yarattı. Bütün evren O nurdan yaratıldı. Adem'in ruhu da, O nurdan var edilmiştir. İnsanın macerası, bir muhabbet, aşk ve şevk hikayesidir. Kainatın mayası aşktır. 'Muhabbetten hasıl oldu Muhammed', bu sırrı söyler. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, Adem'in Zuhuru'nu anlatırken şöyle der : 'Allah, Adem'i, yeryüzünden devşirdiği bir avuç topraktan yarattı. (Adamah, Sanskritçede 'kırmızı toprak' manasına gelir) Toprağın yapısına göre, insanoğullarından kimisi kırmızı, kimisi siyah ve beyaz veya bunların arasındaki ırklarda meydana geldi. Bazısı sert bazısı yumuşak huylu veya ikisinin ortası bir yapıda oldu. Adem'in karıldığı toprağı, Hz. Azrail, yeryüzünün bütün bölgelerinden tatlı, tuzlu, acı, güzel, pis mahiyetli olarak kırk zira miktarınca topladı. O toprağın her bir zerresi, insan bedeninin esasıdır. İnsan ölünce, toprağı nereden alınmışsa oraya gömülürmüş. Azrail, Allah'ın emriyle aldığı toprak parçasını, Taif'le Mekke arasına bıraktı. Cenab-ı Hak, O'na, 'insanların toprağını aldığın gibi, ruhlarını da alacaksın' buyurdu. Sonra Allah, o toprağın üzerine, Kerem bulutundan Rahmet yağmurunun damlalarını indirdi. Muhabbet suyu ile kardı ve çamur haline getirdi. Bir kutsi haberde şöyle buyrulur : 'Adem'in çamurunu, kudret elimle kırk gün yoğurdum' O'nun katında bir gün dünya zamanıyla bin yıldır. Sonra Allah, Adem'in kalıbını kırk gün bir yana bıraktı.Kalıp kurudu, 'pişmiş çamura benzeyen bir balçık haline geldi.' Sonra ondan ses geldi. İbn Abbas'in bir rivayetinde şöyle denir : 'Adem, kırk yıl, Cuma gününe değin çamurdan bir kalıp olarak kaldı.

Allah, Adem'e biçim verip ruh üfledi, onu inci ve yakuttan tahtına oturttu, keramet elbisesini giydirdi, başına vakar tacını koydu. Bu tacın dört direği vardı, her bir direkte, güneşten daha parlak, aydan daha ışıltılı büyük bir inci bulunuyordu, arşa uzayan bir sütun halinde parıldıyordu.. Melekler hayrete düştü ve şöyle dediler : 'Ey Allahımız! Sen, bundan daha üstün bir kişi yarattın mı?' Allah şöyle buyurdu : 'Kudret elimle yarattığım şey, aynen şunun gibidir ki, ona 'kün/ol' derim ve olur.' Ve meleklere, Adem'e secde etmelerini emretti. Secdeye ilk koşanlar, sırasıyla, Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail'di. Bir rivayette, meleklerin beşyüz yıl secdede kaldıkları bildirilir. Bu, kulluk değil, selam secdesidir...
Rivayetlerin özeti budur.
Şair, bu rubaisinde, insanın ruh ve bedeninin aslına ilişkin yaygın inanca itiraz ederek her şeyin, 'aynı hamur'dan geldiğini söyler.
'Hamur'un içeriğine ilişkin açık bir işaret yoktur.
Bu müphem ifadenin çağrışımlarından yola çıkarak ve baştaki itirazı esas alarak bakılacak olursa, şairin belirgin olmayan bir kaynağı, belki -zorlama olmasından korkarım- varoluşun kaynağı olarak gördüğü 'maddenin ezeliyeti'ni ima etmektedir.
Bunu destekleyen başka bir rubaisi şöyledir :
'Bir gerçek alemdi gördüğün ey Celaleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi :
'suret hemi zıllest...' filan diye başlayan değil...'
İlk dikkati çeken, 'yaratılmadı' sözcüğü...Yaratılışı ve Yaratıcı'yı inkar...Buna bağlı olarak, irfan ehlinin, varolanı 'hayal' olarak nitelemesine yapılan itiraz. Heyula bir kavram olarak, Hz. Mevlana'dan ve irfani gelenekten alınmıştır. Bir göndermedir aynı zamanda.
Heyula, maddi varoluşun kökeni olan 'töz'dür. 'Kün' emrine ilk muhatap olma halidir, olandır. Şair, Hz. Mevlana'ya (O'nun kişiliğinde irfani geleneğe) seslenirken, 'gerçek-gerçek olmayan alem'den söz ediyor. 'Görünen alem gerçektir, bir şey görünmüyorsa gerçekdışıdır.' Önermenin naifliği bir yana, bu tipik pozitivist iddianın Hz. Mevlana'ya 'üstten' bir bakışla yöneltilmesi de ilgi çekici. Alem'in ikinci özelliği, sonsuz olmayışı ve bir 'ilk ressam'dan da (Yaratıcı) yoksun bulunuşu. Arapçada yaşadığımız alem için, 'ed-dünya', yüce dünyalar için ise, 'el-alem' kelimesi kullanılır. Dünya, deni kökünden gelir, ve 'aşağıların en aşağısı' olarak nitelenmiştir. Aklın göze inmesi halinde, beş duyu ile kavranılamayan şey yok sayılır. Duyularla sınırlı alem ise gerçektir.
Belli ki şair, Hz. Mevlana'nın, 'görünenler gölgedir'diye başlayan rubaisine itiraz içeren bir karşı dörtlük yazmış ve bunu yaparken de Divan şiir geleneğine uymuştur.
Nazım Hikmet'in rubaileri arasında en ilginç olanı, kanımca şudur :
'Ruhum ne ondan önce vardı, ne ondan ayrı bir sırrın kemalidir
Ruhum onun, o dışımdaki alemin bende akseden hayalidir
Ve aslından en uzak ve aslına en yakın hayal
Bana ışığı vuran yarimin cemalidir'
Bilgeler, her aşkın O'ndan geldiğini ama İlahi olmadığını söyler.
Bu dizelerin çağrışımlarında, muhabbetin sırrının 'cemal' ve 'kemal'de olduğuna ilişkin güçlü bir işaret saklıdır.
Ruhun, sevgiliyle birlikte varolması, 'gizli bir hazine idim...' rivayetindeki sırra bakar.
Varlığı Kayyum adı tutmaktadır.
Sevgili olmaksızın alem olmaz. Ruh, Sevgili'den sonradır ve sırrı da O'nun kemalindedir.
Şairin 'sevgili'den kastının O olmadığı açıktır ama tevhit de, 'sonradan olanın öncesiz olana bitiş(tiril)mesidir.
Her şey O değildir fakat O'ndandır, O'nadır ve O'nunladır.
Rubaide, ruh, kemal, cemal, alem, hayal ve sır kelimelerinin kullanımı dikkat çekicidir.
Cemal ve kemal ruha yönelik sıfatlardır. Alem ise hayaldir, gölgedir.
Sır, cemal ve kemal'in tecellisiyle birlikte alemin hayal niteliğinin ortadan kalkmasıdır.
Rubainin dibindeki duyarlık birlik ilkesinden neşet etmektedir.
"Sevgilimin hayali dile geldi aynanın üzerinde
'O yok, ben varım' dedi bana günün birinde
Vurdum, düştü parçalandı ayna, kayboldu hayal
Ve lakin çok şükür sevgilim duruyor yerli yerinde"
Ayna inisiyatik bir imgedir. Bir bakıma varoluş aynanın sırrındadır.
Sırrı dökülen ayna, ayna olmaktan çıkar.
Cam, sırrı olmayınca ayna olmaz.
Ayna mücella değilse gerçeği yansıtmaz.
Bu yüzden bilgelerin üç temel niteliğinden biri, 'safiiyyun' olmalarıdır.
Sevgili ile hayalinin farklı algılanışı, bana 'itikad'ın tüm yalınlığı içinde bile bir tür sınırlama oluşunu çağrıştırıyor. Akd, yani düğüm, ukde, düğümlemek, bağlamak, bir kayda bağlamak, tarif etmek, nitelemek...Algıladığımız 'şey' ne olursa olsun, 'itikad'ımızla, sınırlarımızla kayıtlıdır. Şeyler itikadımıza sığar ve oradaki görünümleri kadardırlar. Oysa sevgili gerçek nitelikleriyle hangi itikada, hangi sınırlara sığabilir ki!
Şair, 'hayal'i olumsuzlayıp sevgilinin somut varlığını, gerçekliğini yüceltmiş olsa da bu gerçeğin sınırları içindedir.
Tam da burada şu rubaiyi okuyabiliriz :
'Muşambanın üstüne resmini bir kerecik çizdim ama
Günde bin kere resmin çıktı bende tepemden tırnağıma
Fakat ne tuhaf şey hayalin ondan daha çok kalacak
Benden uzun ömürlüdür muşamba...'
Bu kez hayalin gerçekten daha 'uzun ömürlü', daha gerçek olduğu yönünde bir düşünceyle karşılaşıyoruz. Gündelik yaşamın içinden bir nesnenin, muşambanın üzerine çizilen bir resim (tersim, kader tersimi, ilk soyutlama adımı) birden binlerce çoğalarak, tepeden tırnağa kadar yayılıyor ve sirayet ediyor. Sevgilinin hululü. Şair, aşkın olana doğru yürümeyi hemen terk ederek muşambaya dönüyor, orada hayalin daha sürekli olacağını belirterek ömrünün kısalığına bir hüzün notu düşüyor. Öyle ya sevgi ölüm gibi güçlüdür.
Ölüm deyince, rubailerden şu düşüyor dile :
'Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha
Güzelim dünya elveda,
Ve merhaba
kainat...'
Eğer şairin 'kainat'ı, el-alem değilse, bu sıradan bir kelime tercihi ise veya yine müphem, belirsiz bir uzama gönderme yapıyorsa, denilebilir ki Nazım Hikmet, 'inançsızlığın inancı'nda türünden genelgeçer bir nitelemeyi hak ediyor. Ama bendeniz bu düşünceyi sevimli bulmuyorum. İbn Arabi'yi hatırlıyorum, 'put'un da bir ikon olduğunu, köktenci bir iman sapması olarak aslında özünde iman'ı sakladığını belirtiyordu.
Allah'ı inkar etmek, kendini inkar etmekten güçtür. Bunda ısrar eden ve yüksek sesle telaffuz edip duran biri, hele bir şairse yokluğundan ziyade varlığına ilişkin bir kaygı veya korkuyu yedeğinde taşıyor demektir.
Evet, dünya geçicidir, Pir Sultan'ın nefesiyle, 'dünya durulmaz'...Hem bir köprüdür, oraya yerleşil(e)mez, hem de kaotiktir, iyilikle kötülük karışıktır ve asla durulmaz...Durulma ancak dünyanın da bağlı olduğu kayıtların tümüyle yok oluşundan sonra mümkündür.
Dünyaya elveda demek kainata merhaba demektir, doğru, ama o 'kainat' nasıl bir mekanettir? Bunu rubaide müphem bırakan şairin kevn'e sızması gerekirdi.
Bilinmez kim hangi kapıdan girmiş, hangi yere yolu uğramış, nerelere ulaşmış/savrulmuş, her şeyin aslını ve doğrusunu sadece Allah bilir.
Rubailer arasında en lirik ve romantik olanına geldi sıra :
'Öptü beni ve bunlar kainat gibi gerçek dudaklardır, dedi.
Bu ıtır senin icadın değil, saçlarından uçan bahardır, dedi.
İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde
Körler onları görmese de yıldızlar vardır, dedi.'
Burası biraz daha dağ havası, bahar şenliği.
Dudakların kainat gibi gerçek olması, ıtırın bir faninin icadı olmaması ve baharın saçlardan uçacak kadar kalbimize yakın durmasının gökteki yıldızlarla bir ilgisi olmalı.
Gök(ler), aşağı alemi olan arzı çevreler ve kuşatır. Gökle çevreliyiz, der Heidegger, evet arziyiz, geçiciyiz lakin göklerle çevriliyiz.
Gözünü kapayan kendine gece yapar.
Körler onları görmese de yıldızlar vardır, bunu biliriz.
Yıldızlarda nebiler ve bilgeler oturur.
Her seyyare veya yıldız, bir kamil insanın mekanıdır.
Ve birer mazmundurlar.
Ve nihayet 'maddeci' olmayan, bir Mısri nefesini veya bir Kenan Rıfai gazelini hatırlatan bir rubai :
'Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
Parıldamakta devam edecek ben basıp gidince de
Çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
Ve bende bu aslın sureti çıktı sadece...'
Şairin rubailerindeki Mevlana veya Hafız etkisi en çok bu dörtlükte kendisini gösteriyor.
Evet varolanda aslın sureti çıkar.
İnsan zübde-yi alemdir, sırrın özetidir.
Allah, sırların sırrıdır, sırru'l-esrar'dır.
Mutlak bilinemez olandır, tecellisi hangi gönüle nasıl yansırsa o kadarıyla bilinir.
Bilmek eylemektir zira.
'Senin bildirdiğinden fazlasını bilemeyiz' denmiştir.
İnsan, varoluşun sırrı, kainatın meyvesidir. Meyveden kasıt da çekirdektir.
Zira onunla iş başa döner.
Erginlik anlamına gelen Arapça, 'büluğ', 'meyve vermek' manasınadır.
Büluğa ermek yani belağa fiili örneğin ağaçlar için de kullanılır.
Ağaç çiçeklenip meyveye durunca, 'ağaç erdi' derler.
Bu, onun meyvesinin yani çekirdeğinin açığa çıkmasıdır.
Bu meyanda çocuk için de babanın sırrının açılması denmiştir.
Çocuk, ebeveynin sırrıdır.
İnsan, yani kamil insan, kainatın hem özü-özeti hem mümessili hem maksadının nesnesidir.
Bilinmek istemek sırrı insanla gerçekleşir.
Ruh, Rahman'ın nefesidir, insan, Yaratıcı'nın sıfatlarıyla muttasıftır.
Varolanlar, nehrin yüzeyindeki kabarcıklar/yakamozlar gibi yanıp yanıp söner, gelir giderler lakin şairin dediği gibi sır 'parıldamaya' devam etmektedir.
Bu sır insan olmadan da vardı, yok olduktan sonra da sürecektir.
Nazım Hikmet'in özellikle rubaileri, lirik veya politik şiirlerinden hayli farklıdır.
Ondaki gizemcilik ve irfani nitelikler/çağrışımlar daha çok rubaileri söz konusu edilerek okunabilir/tartışılabilir.
Faslı uzatmaya gerek yok.
Hayyam'a gönderimde bulunan ilginç bir rubai ile bitirmek isterim :
'Şarapla doldur tasını, tasın toprakla dolmadan, dedi Hayyam
Baktı ona gül bahçesinin yanından geçen uzun burunlu, yırtık papuçlu adam
Ben bu nimetleri yıldızlarından çok olan dünyada açım, dedi.
Şaraba değil, ekmek almaya bile yetmiyor param'

Sadık Yalsızuçanlar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder