Kendini bilen kendine de güvenir sevdiğine de. Güvenin sıcak kucağı bütün sızıları giderir. Aşk’tan doğduğuna inanan içindeki aşk ateşiyle hem kendini arıtır, hem çevresini.
18 Kasım 2010 Perşembe
Beşinci Mektup
Ayrılık diye bir şey yok.
Bu bizim yalanımız.
Sevmek var aslında, özlemek var, beklemek var.
Şimdi neredesin? Ne yapıyorsun?
Güneş çoktan doğdu.
Uyanmış olmalısın.
Saçlarını tararken beni hatırladın, değil mi?
Öyleyse ayrılmadık.
Sadece özlemliyiz ve bekliyoruz.
Zamanı hatırlatan her şeyden nefret ediyorum.
Önce beklemekten.
Ömür boyunca ya bekliyor ya bekletiyor insan.
İkisi de kötü, ikisi de hazin tarafı yaşantımızın.
Bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar,
Sonra yürümesini, konuşmasını, büyümesini...
Zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını,
Kanunlara saygı göstermesini,
İnsanları sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar.
Ve sonra ölümü bekleniyor insanoğlunun.
Ya o? Ya o?
İnsanlardan dostluk bekliyor, sevgilisinden sadakat,
Çocuklarından saygı ve bir parça huzur bekliyor,
Saadet bekliyor yaşamaktan.
Zaman ilerliyor, bir gün o da ölümü bekliyor artık.
Aradıklarının çoğunu bulamamış,
Beklediklerinin çoğu gelmemiş bir insan olarak
Göçüp gidiyor bu dünyadan.
İşte yaşamak maceramız bu.
Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak
Ve yaşayıp beklerken ölmek!
Özleme bir diyeceğim yok.
O kömür kırıntıları arasında parlayan bir cam parçası.
O nefes alışı sevgimizin, kavuşmalarımızın anlamı.
O tek güzel yönü bekleyişlerimizin.
İnsanlığımız özleyişlerimizle alımlı,
Yaşantımız özlemlerle güzel.
Özlemin buruk bir tadı var, hele seni özlemenin.
Bir kokusu var bütün çiçeklere değişmem.
Bir ışığı var, bir rengi var seni özlemenin, anlatılmaz.
Verdiğin bütün acılara dayanıyorsam;
Seni özlediğim içindir.
Beklemenin korkunç zehri öldürmüyorsa beni;
Seni özlediğim içindir.
Yaşıyorsam; içimde umut varsa,
Yine seni özlediğim içindir.
Seni bunca özlemesem; bunca sevemezdim ki!
Ümit Yaşar Oğuzcan
8 Temmuz 2010 Perşembe
Aşkın bir adı da yorulmamaktır.
AŞK RİSALESİ
Dirilmek yeniden
Yerin uyanması gibi kımıldaması gibi toprağın
Bulutları yarması gibi gün ışığının
Yağmurun ansızın boşanması
Binlerce kuşun bir anda parlaması havalanması
Erimesi gibi karların ve buzulların
Patlaması gibi dal uçlarında tomurcukların
Dirilmek yeniden
Yüzyıl süren bir berzahtan geçmişiz gibi
Kandan kinden öfkeden
Üstümüze bir sağnak boşanmış gibi
Sürekli lekelendiğimiz çözülmeye terkedildiğimiz
Bir bataktan çıkar gibi.
Yürürken otururken yatarken
Hep çürümek durumunda kalmış
Duyduklarımızdan dolayı kulaklarımız
Gördüklerimizden ötürü gözlerimiz
Dokunduklarımız için ellerimiz.
Belli bir bozgun yaşamışız
Her şeye ölüm dadanmış sanki
Kadınlar ki anne olmamak için direniyorlar
Erkekler ki savaşmayı tümden unutmuşlar
Çocuklar zaten hiç çocuk olmuyorlar
Çocukluk kalkmış dünyadan gibi
Her çocuk antik çağ filozoflarından bir kalıntı sanki.
Aşkın son saltanatını yaşamak içinmi ey kalbim
Ruhun serüvenine bir kale olmak için mi?
Bu başkaldırma kanatlanma.
Durmadan geçiyordu o zamanlar
Üstümüzden tanklar toplar binler tonluk arabalar
Boğuk bir ses madeni bir böğürme
Bir metropol devinin içimiz titreten iniltisi
Ta uzaklarda şehirlerin üstünde kımıldayan
Bir korkunun yüreğimizde biriken tedirginliği
Bir sam yeli gibi bedenimizi yüzümüzü saçlarımızı
Yalayarak
Çekiyordu bizi ve herkesi.
Ama sen uzaklardaydın ey kalbim
Uzaklardaydın, sevdiğim uzaklardaydı
Ayın ve yıldızların çağlayarak
Berrak şelaleler yaparak
Coşku içinde aktığı
Bir yerlerdeydi.
Hani bir gün bir çobana rastlamıştık
Kavalıyla bir sümbülü emziriyordu
Adı ferhat mıydı neydi
Koyunların kurtların böceklerin ve çiçeklerin
Sadakatten mest oldukları
Her birinin gözlerinde
Kaybolur gibi kayar gibi
Dalıp gittiğimiz o saadet evreni
Kayaların yüzlerinden okuduğumuz o ebedi bilinç
Bizi çekip almıştı kılcal damarlarımızdan.
Yaslan göğsüme sevdiğim
Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir
Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir toprak gibidir
Sen ki bulut gibisin
Ay gibisin güneş gibisin bazan.
Usul usul inen
Yağmur tıpırtılarını
Dinler gibi
Dalıp gitmiştik
Sen konuşuyordun
İpil ipil yağan bir yağmur gibi konuşuyordun
Onlar ki konuklarımızdı
Adları Keremdi Yusuftu Kaystı
Hepsi de ezelden tanıdıktı dosttu.
( Ara Çağrı )
Sen bir taze haber gibi gelmiştin unutmadım
Her gelişin bir taze haberdi unutmadım
Aşktı alıp verilen altın bir vakitti yaşadığımız
Bir muştuyu algılamanın sürekli gerilimiydi sanki
unutmadım
Can oynanırdı evlerde yollarda meydanlarda
Can alınıp can verilirdi hiç unutmadım
Sen uyurdun uykun bir tepeden seyredilen uçsuz bir vadi
Kıyısından seyredilen bir denizdi sanki unutmadım
Ah sevgili ! Hayat görünürdü kapından, bir çırpınış
yüreklerimizde
Sen evinden çıktığında güneşler doğardı içimizde
unutmadım
Toprağa düşen tohum onda gizlenen renk şekil koku
Senin için biçimlenirdi renklenirdi kokardı senin için
unutmadım
Ebedi masum çocuklar zamanın solmayan çiçekleri
İstemişlerdi de ezan okumuştu Bilal bir sabah
unutmadım
O dirildi O dirildi diye birden çalkalanan sokaklar
Ölüm ki sonsuza açılan bir kapıydı hiç unutmadım
Ey aşk ey dirilik soluğu ey evrenin hareket kaynağı
Nasıl unuturum nasıl unuturum hiç unutmadım.
Haydi gel sevgilim
Uzanalım toprağın altına
Çiçekler mayalansın göğsümüzde
Bu akıp giden bu kör gidip yol giden
Kalabalıkları bu insanları
Ezen çiçekleri, bir kere bile farkına varmayan
Dökülen bu yıldızları yağmur birikintilerine
Çiğneyerek geçen bu adamları ve kadınları
Uyarmak için bir an durdurmak için
Bu bizi terkeden, bacaları öksüz ve boynu bükük
İçimizde sonsuzluk kavislerinden izlerini taşıdığımız
Ama şimdi kendimizi zorlasak da
anımsayamadığımız tasarlayamadığımız o kırlangıçları
Ah tekrar dönülebilir mi? yaşayabilirmiyiz ?
Uzansak yerin altına ve toprak olsak.
Haydi gel sevgilim
Bir daha deneyelim
Bir kere daha kesmek için yolunu kalabalıkların
Yüreğimizden gönlümüzün derinliğinden
Vermek hep vermek için
Çünkü dağıttıkça çoğalır bizim zenginliğimiz
Aşkın bir adı da berekettir
En iyi anlatandır o
Hirada bir mağarada
Gözden döküleni
Gönülden geçeni.
Ah hep o kelimeyi bulmak için bütün bu
Çabalarım
Seni çağıracak olan.
Nasıl da unuttuk
Oysa daha anar anmaz adını
Ansızın patlayan bahara bir pencere açmışız gibi
Kış ortasında çıkıveren güneş gibi
Birden sıyrılıverip bulutlardan
Üryan görülen can gibi
Doldururdun içimizi
Ve eviçlerimizi.
Ah oruçlu bir ağustos vaktinde
Bir kayanın dibinden kaynayan
Soğuk ve berrak sulara
Uzanıp kana kana
Avuç avuç alıp
Yüzümüzde içimizde
Duyduğumuz
Gibi
Aşk.
Ah bir yalnızlık vaktinde
Herkesle birlikte olduğumuz
Gene de yalnız olduğumuz
Bir parkta
Ta uzaklardan gelir gibi
Bir tamburdan bir ezginin
Bizi bizden ve herşeyden
Alıp götürdüğü gibi
Aşk.
Haydi gel sevgilim gene arayalım
Makam-ı İbrahimde rastlanan ayak izlerini
Dedesinin elinden tutup Kubays dağına götürdüğü
Yüzüsuyu hürmetine yağmur istediği
Yeryüzünün bereketlenip çiçeklerle bezendiği
Develerin coşarak çöllerde
Ayak sesleriyle şiirler bestelediği
O vakitleri.
Haydi gel bir daha bir daha
Arayalım
Herkesin ve herşeyin uykuya vardığı
Bir vakitte
Gürül gürül
Bardaktan boşanır gibi
Yeryüzünü ve gökyüzünü
Dünyanın bu yüzünü ve öbür yüzünü
Geceyi ve gündüzü
Dolduran
Yüreğimizi kuşatan
O kitaptan
Okunanı.
Yaşamak, avını gözleyen
Sessiz gergin
Soluk soluğa
Bir atmaca
Sağ elimin
Parmakları ucunda.
Ve ölüm
Bir güvercin
Beyaz
Süzülen masmavi gökten
Berrak sulara.
Bir yıldız kayıyor kayıyor kayıyor
Bir dal uzuyor uzuyor
Bir gül kanıyor bir seher vaktinde
Yanıyor bir ateş için için
İçimde içimin de içinde
Bir ezgi dönüyor dönüyor dönüyor
Bir ney eriyor dudaklarımda
Aşkın bir adı da yorulmamaktır.
Erdem Beyazıt
8 Haziran 2010 Salı
Hayat Güzeldir
Gürültü patırtının ortasında sessizce, sükunetle dolaş; sessizliğin içinde huzur var. Sakın bunu unutma...
Herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma...
İçten ol, telaşsız anlat... Kısa, açık ve net konuş... Başkalarına kulak ver...Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır.
Yalnız yaptığın planların değil, başardıklarının da tadını çıkar...
Ne kadar küçük olursa olsun işinle ilgilen. Hayattaki dayanağın işindir, unutma. Sevebileceğin bir iş seçersen, yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle seveceksin ki, başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın.
Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol... Sevmiyorsan eğer, sever gibi yapma... Çevrene ve tanıdıklarına önerilerde bulun, fakat asla hükmetmeye kalkma...İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz. Ve unutma ki, insanlığın sevgi konusunda yüzyıllardır öğrenebildiği, bir kumsaldaki kum taneciği bile değildir.
Aşka sakın burun kıvırma...Aşk nedir? Çöl ortasında yemyeşil bahçedir. O bahçeye bakmayı hak etmiş bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli ilgiye, yardıma, bakıma, sevgiye ihtiyacı olduğunu unutma.
Hayatta kaybedebilirsin. Kaybetmeyi ahlaksızca bir kazanca tercih et. Birincisinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki; o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.
Yıllar geçiyor, geçecek... Yılların geçmesine öfkelenme...Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme. Rüzgarın yönünü değiştiremiyorsan, yelkenlerini rüzgara göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir. Ara sıra kendini tutamayabilirsin. Yüreğini isyana kaptırabilirsin... Fakat unutma, evreni yargılamak imkansızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendinle barış içinde ol...
Hatırlarmısın doğduğun zamanları;sen ağlarken herkes sevinçten gülüyordu.Öğle bir ömür geçir ki,herkes ağlasın sen öldüğünde,sen mutlulukla gülümse...
Sabırlı sevecen, erdemli ol...
Eninde sonunda, bütün servetin sensin...
görmeye calış ki; herşeye rağmen dünya yinede insanoğlunun biricik güzel mekanıdır.
Belkis Ozener - 04-Hayat Sevince Guzel .mp3 | ||
Found at bee mp3 search engine |
25 Mayıs 2010 Salı
Yolcu Yolunda Gerek
Her nereye ve her nasıl gidiliyorsa;
Her zaman yolcu yolunda gerek !..
Hedefini bilse de, bilmese de..
Amacına ulaşsa da, ulaşmasa da..
Gittiği yolun farkına varsa da, varmasa da..
Yolcu yolunda gerek !..
Her varlık,
Kendisi için çizilen yolda
Yürümek zorunda...
İnsan, hayvan, bitki...
Ve bilinen, bilinmeyen her canlı,
Güneş, ay, yıldızlar..
Ve tüm gezegenler...
Kendi yollarında yürümek zorunda !...
Çünkü yolcu yolunda gerek !...
Duruyor gibi gelse de insana,
O duruş bile,
Zaman üzerinde yürüyüş sayılmaz mı ?..
Zaman aktığına göre..
Altımızdan her geçen yıl,
Her geçen ay,
Her geçen gün,
Ve her geçen an bile..
Yolculuğumuzdan geride kalan,
Birer gerçek değil mi ?..
Şu halde ;
Yolcu yolunda gerek !..
Bu yolculuktaki başarısızlıkları..
Acıları ve umulmadık sonuçları..
Körü körüne Şansa, ya da Kadere bağlamak,
Ve yolculuğun sorumluluğundan..
Sıyrılmaya çalışmak;
Beyhudedir !..
Gerçeklerden kaçmaktır !..
Çünkü;
Zamanın arkasında sürüklenmek değildir bu yolculuk !..
Çünkü hiç kimse,
Zorla sürüklenip,
Zorla götürülmüyor !..
Herkes dilediği şeyi düşünebiliyorsa...
İsteklerini, arzularını, hedeflerini..
Ortaya koyabiliyorsa ...
Meselâ konuşuyor ve konuşulanları anlayabiliyorsa..
Soruyor ve cevap bekleyebiliyorsa...
Pek çok kararlar alabiliyor,
Ve kararlarını özgürce uygulayabiliyorsa...
Kısaca;
Kendi yolunu seçmekte ve onda yürümekte özgürse...
O halde;
Sonuçtan kaçamaz !...
Kendi iradesiyle yaptığı işlerden
Kimseyi sorumlu tutamaz !...
Hatalarını Şansa ya da Kadere yükleyemez !..
Şu halde her yolcu,
Bir yol seçmelidir kendine..
Aklıyla, mantığıyla,
Genel bilgi ve becerisiyle,
Kendisini ve çevresini mutlu edecek,
Bir yol seçmelidir kendine ...
Çünkü yolcu yolunda gerek !...
Öyle bir yol seçmeli ki;
Hedefe vardığında,
Eyvah ve keşke’lerle..
Gözyaşlarına boğulmasın !...
Öyle bir yol seçmeli ki;
Güvenle, inançla ve ak yüzle
“Bu benim yolum” diyebilsin !...
Öyle bir yol seçmeli ki;
Hayatın hiçbir noktasında,
Geri adım atmayı düşünmesin !..
Öyle bir yol seçmeli ki kendine;
Bu yolda ona gönül vermiş insanları
Boynu bükük bırakmasın !..
Böylece herkes bilsin ki ;
Yolcu yolunda gerek !...
Kim olursa olsun,
Herkes yolcudur bu dünyada ...
Asfalt ya da patika..
Düz ya da engebeli...
Temiz ya da dikenli de olsa...
Oh’larla ya da âh’larla da geçilse...
Herkes, yolcusu olduğu yolu
Sonuna kadar geçmek zorundadır !...
Zira dönüşü yoktur bu yolun !...
Çünkü yolcu yolunda gerek !...
Öyle ise;
Bu zorunlu yolda,
Âh diyerek tökezlemek yerine,
Ooh diyerek ferahlamak gerek !...
Kavgalarla, sıkıntılarla..
Asık suratlarla yürümek yerine,
Gülücüklerle
Ve hoş bir sadâ ile yürümek gerek !...
Bu ise;
Yürünecek yolu iyi seçmekle olur.
Taşlardan, dikenlerden..
Acılardan, sızılardan
Arındırılmış yolu seçmekle,
Ve o yolda inançla, güvenle yürümekle olur !...
Çünkü yolcu yolunda gerek !...
O halde;
Aklıyla tüm varlıklardan üstün olan bu yolcunun,
Artık kendine uygun,
Dikensiz yolu seçmesi gerek !...
Hangi yolda bulunuyorsa bulunsun;
Başarmak istiyorsa eğer;
Sağlam adımlarla yolunu yürümesi gerek !...
Kültürde, ilimde, bilimde...
Ticarette, siyasette, ziraatta, sanatta...
Durmadan, duraklamadan ve sapmadan,
Hedefe doğru ilerlemesi gerek !...
Çünkü yolcu yolunda gerek !...
Mustafa Varlı
22 Mayıs 2010 Cumartesi
Gül Yetiştiren Adam
Türk öykü yazarlarının önemli isimlerinden Rasim Özdenören, 1940 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kahramanmaraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu şehirlerinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Mezun olduktan sonra Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalıştı. Bir ara araştırma amacıyla ABD’nin çeşitli eyaletlerinde, 1970-1971’de iki yıl kadar kaldı. Dört yıl sonra, 1975'de Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi ve aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yaptı.
Gül Yetiştiren Adam – Rasim Özdenören
İlgimi çeken kitabın hatırası Rasim Özdenören: “Bu kitabımı alan bir bayan, bir süre sonra hemen kitapçıya teslim etmiş. Açıklaması ilginç. Ben bu kitapta, gülün nasıl yetiştirileceği, bakımının nasıl yapılması gerektiği konusunda açıklamalar bekliyordum. Ama gül yetiştirme bilgisi yok. Hem okuduklarımdan bir şey de anlamadım. Alın bu kitabı alın !” demiş.
Kıssadan hisse: Kitabın ismi, o kitap için yeter bilgi olamaz. Kitap isimleri yanıltıcı olabilir. Alınacak kitap için ön bilgi sahibi olmak gerekir. Bilinçli, dikkatli bir okur elbette böyle bir hata yapmaz. Ama hayatında yemek kitaplarından, pembe kitaplardan başka kitap tanımamış olanlar böylesine gülünç duruma düşebilirler. Okumayı gündelik hayatında gereksiz bulan ama sorulduğunda vaziyeti kurtarmak için “Boş zamanlarımda kitap okurum” diye cevap verenleri çok gördük. Bazıları için okumak bir ihtiyaç, bazıları için boş zaman eğlencesi...
Ne yakut ve zümrüt vede zeberced / Gül taşı oysunlar parmaklarıma / Her yangında bir İbrahim bulunsun / Sümbülî havaları kuşatırken yedi renk gül havaları, her depremde gül çadırı kurulsun / Gül yağmurun bir sonraki adıdır / Gülün mecnunudur bütün çiçekler / Sonsuzluk gül, sensizlik gül, gül pusat, gül hasat / Gülü sevenlerin yoktur karası / Kurşundan beterdir gülün yarası / Düş yollara iki gözün aksada / Kavuş güle, gül seni bıraksada!
Rasim Özdenören, bir konuşmasında,
Her ne kadar 50 yıldan beri yazdığımız söyleniyor ise de 50 yıldan beri konuşan birisi değilim ben. Konuşma insanın dışa doğru yönelmesi ve kendini dışta göstermesidir. Ama ağrı konuşmayı önler. Ağrı, insanın kendi içine yönelmesini sonuçlar. Ben buna ruhun ağrısı diyorum. İnsan ruhu ağrılar çeker. O kutsalla olan ilişkisinden doğan ağrıyı çeker, kendi beninin ağrısını çeker. Gelin buna gaybın ağrısı diyelim. Bu, insanın kendi kutsalından onun kendi amentüsünün terinden boşalan bir ağrıdır.” …
17 Mayıs 2010 Pazartesi
Okumaya Başlarken
Okuma ihtiyacı barut gibidir, bir kere tutuşunca artık sönmez. Victor Hugo
Okuma zevkini kazanmayanın öğrenimi yarıda kalmıştır. P. Peacut
Okuma zevkini, Hindistan'ın hazinelerine değişmem. E. Gıbbon
Okumak bir deva, anlamak bir şifadır. R. Necdet Evrimer
Okumak bir insanı doldurur, insanlarla konuşmak hazırlar, yazmak ise olgunlaştırır. Bacon
Okumak gıdadır, okuyan insanlık bilen insanlıktır. V. Hugo
Okumasını bilirsen, her insanın bir kitap olduğunu göreceksin. W. E. Channing
Okumayı sevmek, hayattaki can sıkıcı saatleri güzel saatlerle değiştirmektir. Montesquieu
Okunacak en büyük kitap insandır. Hacı Bektaş Veli
Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu hedefe ulaştıramayan okçudan daha başarılı sayılmaz. Montaigne
Okuyabilirseniz her insan bir kitaptır. W. Ellery Channing
Okuyan insan fenalığa vakit bulamaz.
Okula yeni başlayan çocuğunuza yüksek sesle kitap okuması için bol bol fırsat yaratın. Okumayı yeni öğrenen çocuğunuza her gün bu becerisini güçlendirmeye yönelik alıştırmalar yapması için ilham verin. Aşağıdaki ipuçları çocuğunuzun mutlu ve güvenli bir okuyucu olması için yardımcı olacak eğlenceli yöntemler içermektedir. Bu ipuçlarını sırayla deneyerek sizin çocuğunuzda hangisinin daha fazla işe yaradığını kendiniz belirleyebilirsiniz.
Kitapsız evden çıkmayın
Çocuğunuzun doktor muayenehanesi gibi beklemesi gerekecek yerlerde okuması için yanınıza bir kitap ya da dergi alın. Sürekli olarak kitap okuyacak zaman yaratın.
Bir kez okumak yetmez
Çocuğunuzu sevdiği kitap ve şiirleri tekrar tekrar okumaya teşvik edin. Aynı şeyleri tekrar okumak çocuğun daha hızlı ve daha doğru bir şekilde okumasına yardımcı olur.
Öyküyü derinlemesine inceleyin
Çocuğunuza okuduğunuz öykü ile ilgili sorular sorun. Örneğin “sence küçük domuzcuk neden öyle davrandı?”.
Televizyonu kontrol altına alın
TV ve video oyunları ile rekabet etmek güçtür. Bu nedenle TV ve video oyunlarına ayırcağı süreyi kısıtlayın ve belli zamanlar dışında bunlara izin vermeyin. Serbest zaman faaliyeti olarak kitap okumayı teşvik edin.
Sabırlı olun
Çocuğunuz tanımadığı bir kelimeleri doğru bir şekilde okumaya çalışırken ona zaman tanıyın.
Çocuğun seviyesine uygun kitaplar alın
Çocuğunuzun kendi seviyesine göre çok zor olmayan kitaplar seçmesi için yardımcı olun. Bu aşamada amaç çocuğun bol bol başarılı okuma deneyimleri yaşamasını sağlamaktır.
Kelime oyunları oynayın
Çocuğunuzdan kelimeleri sizin değiştirdiğiniz şekilde söylemesini isteyin: yağ- dağ-bağ ve bağdan sonra örneğin bal ve böl gibi.
Sırayla birbirinize okuyun
Uyku öncesinde sırayla kitap okuyun. Çocuklar anne-babaları ile geçirdikleri bu özel zamandan hoşlanırlar.
Okuma hatalarını nazikçe düzeltin
Çocuğunuz bir hata yaptığında atladığı ya da yanlış okuduğu harfleri nazikçe gösterin. Okumaya başlayan çocukların çoğu tanıdıkları kelimelere göre tahminde bulunarak okumaya çalışırlar.
Okumakta ustalaşan çocuklar kelimeleri otomatik olarak tanır ve böylece dikkatlerini fikirler ve daha önceden sahip oldukları bilgiler arasında bağlantı kurmaya yönlendirebilirler. Eğer rahatlıkla okuyamıyorsa ve okumak için çok çaba harcaması gerekiyorsa, çocuğunuz okumaktan kaçınacaktır.
Bebekler kucağa alınmayı ve kendileriyle konuşulmasını da severler. Ve kitap okumak, konuşma biçimlerini ve çeşitli seslerin nasıl çıkarılacağını öğrenmeleri açısından mükemmel bir fırsat sağlar. Çocuğunuza kitap okurken bunu bir sohbet gibi düşünün. Kitap okumayı eğlenceli bir karşılıklı iletişime dönüştürün.
İyi Okumalar :-)
8 Mart 2010 Pazartesi
BEN SANA AŞIK OLMUŞUM BAHAR
Ben sana aşık olmuşum bahar. Yaşıyorsun kanımda, etimde, çığlıklarımda. Sen dışarıda bir yerde açmıyorsun, yeşillenmiyorsun orada. Kök salıyorsun ruhumun kıvrımlarında. Dalların uzuyor bak kalbimin köşelerinde, çiçek açıyorsun tenimde.
Ben sana aşık olmuşum bahar. Dolu dizgin geldin ve girdin koynuma, aldın beni benden savurdun hiçliğin kıyılarına. Yele verdin benliğimi bir lüle saç gibi. Ben, yani bu pejmürde fani, oturmuş bekliyordum yolun kıyısında, yolun tozuna bulanmış saçlarımla gelene geçene, özellikle geçene bakıyordum mükedder gözlerle. Sen yolun başında göründün, ayağında halhallar, gözlerinde meneviş, renklerle bezenmiş, geldin oturdun yanıma.
Ben hayatın kıyısında bir yerde kendi ellerimle yapacağım kulübeyi hayal ediyordum. O kulübede bir başıma yitik ve dingin yıldızlı gecelerin seyrini düşlüyordum. Oysa sen geldin ve oturdun yanıma. Kokunu kokuma kattın, gözlerimin ta içine baktın, ellerini geçirdin yüreğimin halkasına, ayağının dibine azadsız köle yaptın.
Ben sana aşık olmuşum bahar. Oysa ben anlamazdım böyle hallerden, sen beni nice hallere giriftar ettin. Ottan yastığına başını yaslayıp, kendi içinin tenhalarında gezinen, şehirden, makine homurtularından, kadınların o manalı bakışlarından, banknotun ve onursuz sirenlerin dünyasından kaçıp, inzivanın gölgesinde dinlenen adamların kalın kitaplarını okuyan bir şair yürektim ben. Geldin ve kanıma girdin bahar. Bana sonsuzluğu vaat ettin. Yüzümü tekrar varlığa çevirdin, gönlümü erguvanlarına, eflatunlarına meftun ettin.
Evden süpürülüp atılan tozdum ben sabahları, atılan ve tekrar dönen çaresiz bir toz. Sen bana bir kainat olduğumu söyledin. Kulağıma eğildin ve İsa'dan ödünç aldığını nefesinle tüm hücrelerime işleyen fısıltılar mırıldandın. Göz yaşlarının sıcaklığından başka sıcaklık bilmeyen, mezarından başka yurdu olmayan, ölümden başka bir yari olmayan, elifbasını bir tek horozlu şekere satmış bir çocuktum ben. Sen geldin ve tenime dokundun, büyük tutkular sundun bana.
Fakat neden, söyle neden, geldiğin anda gidiyorsun, açtığın anda soluyorsun, gülümserken hıçkırıklara boğuluyorsun, neden? Bunca işgal etmişken ülkemi, dirilişe durdurmuşken ruhumun sefil bedenini, gidiyorsun. Acelen ne, nereye gidiyorsun? Benden özge aşık mı var sana, benden sadık köle mi bulacaksın gittiğin yerde?
Senin için yazdan, güzden, kıştan geçmişim. Kıymışım akışıma, kıyılarıma, köpüklü sularıma. Şimdi, senin sabahlarının birinde, yolun kenarındaki betonların arasında açan bir çiçeğin yanağındaki şebnem olmaya razıyım. Senin güneşinde bir parlayıp bir kaybolan kirli deredeki kabarcık olmaya razıyım. Senin çimenlerinin kenarına ilişip uyuyan bir kedinin mırmırları olmaya razıyım. Yazın yalazlarında kavrulmaya razıyım, kışın üryan olup dağa taşa vurmaya razıyım, güzde dökülüp toprağa karışan bir umarsız yaprak olmaya razıyım. Olmamaya razıyım.
Ben sana aşık olmuşum bahar. Sen beni benden ötelere taşırdın, bana sonsuzluğu hatırlattın, göğün üstündeki bahçelerden haber ilettin, bana yaşamın ötesinde yaşamayı, hayatın özüne yürümeyi öğrettin. Ne çare ki geldiğin anda gitmeye başlıyorsun, geride dizleri kan içinde, gözleri uzak diyarlar kadar ıssız bu aşığını bırakıp gidiyorsun. Onu yazın kavurucu ateşlerine atıp gidiyorsun ama kuzgun ateşlerin tam ortasında gülümseyen İbrahim'i bilmiyor musun? Ağzındaki suyla yardıma giden karıncanın meselini bilmiyor musun?
Ben sana aşık olmuşum bahar, aşkımı bir metropol kelebeğinin kanatlarına yazmışım bahar.
Yusuf Özkan Özburun
sen gidince
5 Mart 2010 Cuma
Ne Nurdan Ne Çamurdan...
Kendi ifadesiyle 'materyalist' bir şair olan Nazım Hikmet'in tasavvufla ilişkisi ilk bakışta gereksiz, anlamsız ve tutarsız bir sorun, bir başlık olarak görülebilir ve görüldüğü kadar da anlamsızdır. Lakin özellikle rubaileriyle Nazım Hikmet'in irfani gelenekle bir biçimde ilişkili olduğu da bir o kadar gerçektir.
Sözü dolaştırmaksızın, rubailerinden biriyle soruna bir kapı aralamak yerinde olacak :
'Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız
hep hısım akrabayız
ve ey güneş gözlü sevgilim, 'cogito ergo sum' değil
bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz...'
Nazım'ın Heidegger okuyup okumadığını bilmiyorum.
Ama 'düşünüyorum, o halde varım'ı, varlık algısına uygun olarak tersine çevirip, 'varım ki düşünüyorum'a dönüştürdüğü bilinir.
Sevgili'nin gözünün 'güneş'e teşbihine de dikkat etmek lazımdır. Güneş (şems) dişil bir kelimedir ve ilahi hakikat'i, Yaratıcı'yı temsil eder. 'Güneş gözlü sevgili'den kasıt bir kadın değilse, onu aşan bir şeyse ve benzetme sıradan bir söyleyiş olmaktan öte ise, burada fizikötesi bir ima veya inisiyatik bir doğrultu düşünülebilir.
Varlık 'aile'sinin 'haşmet'li olarak nitelenmesi de dikkat çekicidir. Varolana duyulan hayranlık ve onun olağanüstü niteliğine ilişkin bir yaklaşım söz konusudur burada.
Bir başka rubaisinde (başlığa konu ettiğim), insanın beden ve ruhunun kökenine atıfta bulunur
'Ne nurdan
Ne çamurdan
Sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk
Yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan...'
Nur, insanın ruhunun kökenini, çamur ise maddi doğasının aslını ima etmektedir.
İrfan ehli yaratılışı şöyle hikaye eder : Başlangıçta Allah vardı ve O'nunla birlikte bir şey yoktu. Önce Kendi nurundan Nur-ı Muhammedi'yi yarattı. Bütün evren O nurdan yaratıldı. Adem'in ruhu da, O nurdan var edilmiştir. İnsanın macerası, bir muhabbet, aşk ve şevk hikayesidir. Kainatın mayası aşktır. 'Muhabbetten hasıl oldu Muhammed', bu sırrı söyler. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, Adem'in Zuhuru'nu anlatırken şöyle der : 'Allah, Adem'i, yeryüzünden devşirdiği bir avuç topraktan yarattı. (Adamah, Sanskritçede 'kırmızı toprak' manasına gelir) Toprağın yapısına göre, insanoğullarından kimisi kırmızı, kimisi siyah ve beyaz veya bunların arasındaki ırklarda meydana geldi. Bazısı sert bazısı yumuşak huylu veya ikisinin ortası bir yapıda oldu. Adem'in karıldığı toprağı, Hz. Azrail, yeryüzünün bütün bölgelerinden tatlı, tuzlu, acı, güzel, pis mahiyetli olarak kırk zira miktarınca topladı. O toprağın her bir zerresi, insan bedeninin esasıdır. İnsan ölünce, toprağı nereden alınmışsa oraya gömülürmüş. Azrail, Allah'ın emriyle aldığı toprak parçasını, Taif'le Mekke arasına bıraktı. Cenab-ı Hak, O'na, 'insanların toprağını aldığın gibi, ruhlarını da alacaksın' buyurdu. Sonra Allah, o toprağın üzerine, Kerem bulutundan Rahmet yağmurunun damlalarını indirdi. Muhabbet suyu ile kardı ve çamur haline getirdi. Bir kutsi haberde şöyle buyrulur : 'Adem'in çamurunu, kudret elimle kırk gün yoğurdum' O'nun katında bir gün dünya zamanıyla bin yıldır. Sonra Allah, Adem'in kalıbını kırk gün bir yana bıraktı.Kalıp kurudu, 'pişmiş çamura benzeyen bir balçık haline geldi.' Sonra ondan ses geldi. İbn Abbas'in bir rivayetinde şöyle denir : 'Adem, kırk yıl, Cuma gününe değin çamurdan bir kalıp olarak kaldı.
Allah, Adem'e biçim verip ruh üfledi, onu inci ve yakuttan tahtına oturttu, keramet elbisesini giydirdi, başına vakar tacını koydu. Bu tacın dört direği vardı, her bir direkte, güneşten daha parlak, aydan daha ışıltılı büyük bir inci bulunuyordu, arşa uzayan bir sütun halinde parıldıyordu.. Melekler hayrete düştü ve şöyle dediler : 'Ey Allahımız! Sen, bundan daha üstün bir kişi yarattın mı?' Allah şöyle buyurdu : 'Kudret elimle yarattığım şey, aynen şunun gibidir ki, ona 'kün/ol' derim ve olur.' Ve meleklere, Adem'e secde etmelerini emretti. Secdeye ilk koşanlar, sırasıyla, Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail'di. Bir rivayette, meleklerin beşyüz yıl secdede kaldıkları bildirilir. Bu, kulluk değil, selam secdesidir...
Rivayetlerin özeti budur.
Şair, bu rubaisinde, insanın ruh ve bedeninin aslına ilişkin yaygın inanca itiraz ederek her şeyin, 'aynı hamur'dan geldiğini söyler.
'Hamur'un içeriğine ilişkin açık bir işaret yoktur.
Bu müphem ifadenin çağrışımlarından yola çıkarak ve baştaki itirazı esas alarak bakılacak olursa, şairin belirgin olmayan bir kaynağı, belki -zorlama olmasından korkarım- varoluşun kaynağı olarak gördüğü 'maddenin ezeliyeti'ni ima etmektedir.
Bunu destekleyen başka bir rubaisi şöyledir :
'Bir gerçek alemdi gördüğün ey Celaleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi :
'suret hemi zıllest...' filan diye başlayan değil...'
İlk dikkati çeken, 'yaratılmadı' sözcüğü...Yaratılışı ve Yaratıcı'yı inkar...Buna bağlı olarak, irfan ehlinin, varolanı 'hayal' olarak nitelemesine yapılan itiraz. Heyula bir kavram olarak, Hz. Mevlana'dan ve irfani gelenekten alınmıştır. Bir göndermedir aynı zamanda.
Heyula, maddi varoluşun kökeni olan 'töz'dür. 'Kün' emrine ilk muhatap olma halidir, olandır. Şair, Hz. Mevlana'ya (O'nun kişiliğinde irfani geleneğe) seslenirken, 'gerçek-gerçek olmayan alem'den söz ediyor. 'Görünen alem gerçektir, bir şey görünmüyorsa gerçekdışıdır.' Önermenin naifliği bir yana, bu tipik pozitivist iddianın Hz. Mevlana'ya 'üstten' bir bakışla yöneltilmesi de ilgi çekici. Alem'in ikinci özelliği, sonsuz olmayışı ve bir 'ilk ressam'dan da (Yaratıcı) yoksun bulunuşu. Arapçada yaşadığımız alem için, 'ed-dünya', yüce dünyalar için ise, 'el-alem' kelimesi kullanılır. Dünya, deni kökünden gelir, ve 'aşağıların en aşağısı' olarak nitelenmiştir. Aklın göze inmesi halinde, beş duyu ile kavranılamayan şey yok sayılır. Duyularla sınırlı alem ise gerçektir.
Belli ki şair, Hz. Mevlana'nın, 'görünenler gölgedir'diye başlayan rubaisine itiraz içeren bir karşı dörtlük yazmış ve bunu yaparken de Divan şiir geleneğine uymuştur.
Nazım Hikmet'in rubaileri arasında en ilginç olanı, kanımca şudur :
'Ruhum ne ondan önce vardı, ne ondan ayrı bir sırrın kemalidir
Ruhum onun, o dışımdaki alemin bende akseden hayalidir
Ve aslından en uzak ve aslına en yakın hayal
Bana ışığı vuran yarimin cemalidir'
Bilgeler, her aşkın O'ndan geldiğini ama İlahi olmadığını söyler.
Bu dizelerin çağrışımlarında, muhabbetin sırrının 'cemal' ve 'kemal'de olduğuna ilişkin güçlü bir işaret saklıdır.
Ruhun, sevgiliyle birlikte varolması, 'gizli bir hazine idim...' rivayetindeki sırra bakar.
Varlığı Kayyum adı tutmaktadır.
Sevgili olmaksızın alem olmaz. Ruh, Sevgili'den sonradır ve sırrı da O'nun kemalindedir.
Şairin 'sevgili'den kastının O olmadığı açıktır ama tevhit de, 'sonradan olanın öncesiz olana bitiş(tiril)mesidir.
Her şey O değildir fakat O'ndandır, O'nadır ve O'nunladır.
Rubaide, ruh, kemal, cemal, alem, hayal ve sır kelimelerinin kullanımı dikkat çekicidir.
Cemal ve kemal ruha yönelik sıfatlardır. Alem ise hayaldir, gölgedir.
Sır, cemal ve kemal'in tecellisiyle birlikte alemin hayal niteliğinin ortadan kalkmasıdır.
Rubainin dibindeki duyarlık birlik ilkesinden neşet etmektedir.
"Sevgilimin hayali dile geldi aynanın üzerinde
'O yok, ben varım' dedi bana günün birinde
Vurdum, düştü parçalandı ayna, kayboldu hayal
Ve lakin çok şükür sevgilim duruyor yerli yerinde"
Ayna inisiyatik bir imgedir. Bir bakıma varoluş aynanın sırrındadır.
Sırrı dökülen ayna, ayna olmaktan çıkar.
Cam, sırrı olmayınca ayna olmaz.
Ayna mücella değilse gerçeği yansıtmaz.
Bu yüzden bilgelerin üç temel niteliğinden biri, 'safiiyyun' olmalarıdır.
Sevgili ile hayalinin farklı algılanışı, bana 'itikad'ın tüm yalınlığı içinde bile bir tür sınırlama oluşunu çağrıştırıyor. Akd, yani düğüm, ukde, düğümlemek, bağlamak, bir kayda bağlamak, tarif etmek, nitelemek...Algıladığımız 'şey' ne olursa olsun, 'itikad'ımızla, sınırlarımızla kayıtlıdır. Şeyler itikadımıza sığar ve oradaki görünümleri kadardırlar. Oysa sevgili gerçek nitelikleriyle hangi itikada, hangi sınırlara sığabilir ki!
Şair, 'hayal'i olumsuzlayıp sevgilinin somut varlığını, gerçekliğini yüceltmiş olsa da bu gerçeğin sınırları içindedir.
Tam da burada şu rubaiyi okuyabiliriz :
'Muşambanın üstüne resmini bir kerecik çizdim ama
Günde bin kere resmin çıktı bende tepemden tırnağıma
Fakat ne tuhaf şey hayalin ondan daha çok kalacak
Benden uzun ömürlüdür muşamba...'
Bu kez hayalin gerçekten daha 'uzun ömürlü', daha gerçek olduğu yönünde bir düşünceyle karşılaşıyoruz. Gündelik yaşamın içinden bir nesnenin, muşambanın üzerine çizilen bir resim (tersim, kader tersimi, ilk soyutlama adımı) birden binlerce çoğalarak, tepeden tırnağa kadar yayılıyor ve sirayet ediyor. Sevgilinin hululü. Şair, aşkın olana doğru yürümeyi hemen terk ederek muşambaya dönüyor, orada hayalin daha sürekli olacağını belirterek ömrünün kısalığına bir hüzün notu düşüyor. Öyle ya sevgi ölüm gibi güçlüdür.
Ölüm deyince, rubailerden şu düşüyor dile :
'Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha
Güzelim dünya elveda,
Ve merhaba
kainat...'
Eğer şairin 'kainat'ı, el-alem değilse, bu sıradan bir kelime tercihi ise veya yine müphem, belirsiz bir uzama gönderme yapıyorsa, denilebilir ki Nazım Hikmet, 'inançsızlığın inancı'nda türünden genelgeçer bir nitelemeyi hak ediyor. Ama bendeniz bu düşünceyi sevimli bulmuyorum. İbn Arabi'yi hatırlıyorum, 'put'un da bir ikon olduğunu, köktenci bir iman sapması olarak aslında özünde iman'ı sakladığını belirtiyordu.
Allah'ı inkar etmek, kendini inkar etmekten güçtür. Bunda ısrar eden ve yüksek sesle telaffuz edip duran biri, hele bir şairse yokluğundan ziyade varlığına ilişkin bir kaygı veya korkuyu yedeğinde taşıyor demektir.
Evet, dünya geçicidir, Pir Sultan'ın nefesiyle, 'dünya durulmaz'...Hem bir köprüdür, oraya yerleşil(e)mez, hem de kaotiktir, iyilikle kötülük karışıktır ve asla durulmaz...Durulma ancak dünyanın da bağlı olduğu kayıtların tümüyle yok oluşundan sonra mümkündür.
Dünyaya elveda demek kainata merhaba demektir, doğru, ama o 'kainat' nasıl bir mekanettir? Bunu rubaide müphem bırakan şairin kevn'e sızması gerekirdi.
Bilinmez kim hangi kapıdan girmiş, hangi yere yolu uğramış, nerelere ulaşmış/savrulmuş, her şeyin aslını ve doğrusunu sadece Allah bilir.
Rubailer arasında en lirik ve romantik olanına geldi sıra :
'Öptü beni ve bunlar kainat gibi gerçek dudaklardır, dedi.
Bu ıtır senin icadın değil, saçlarından uçan bahardır, dedi.
İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde
Körler onları görmese de yıldızlar vardır, dedi.'
Burası biraz daha dağ havası, bahar şenliği.
Dudakların kainat gibi gerçek olması, ıtırın bir faninin icadı olmaması ve baharın saçlardan uçacak kadar kalbimize yakın durmasının gökteki yıldızlarla bir ilgisi olmalı.
Gök(ler), aşağı alemi olan arzı çevreler ve kuşatır. Gökle çevreliyiz, der Heidegger, evet arziyiz, geçiciyiz lakin göklerle çevriliyiz.
Gözünü kapayan kendine gece yapar.
Körler onları görmese de yıldızlar vardır, bunu biliriz.
Yıldızlarda nebiler ve bilgeler oturur.
Her seyyare veya yıldız, bir kamil insanın mekanıdır.
Ve birer mazmundurlar.
Ve nihayet 'maddeci' olmayan, bir Mısri nefesini veya bir Kenan Rıfai gazelini hatırlatan bir rubai :
'Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
Parıldamakta devam edecek ben basıp gidince de
Çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
Ve bende bu aslın sureti çıktı sadece...'
Şairin rubailerindeki Mevlana veya Hafız etkisi en çok bu dörtlükte kendisini gösteriyor.
Evet varolanda aslın sureti çıkar.
İnsan zübde-yi alemdir, sırrın özetidir.
Allah, sırların sırrıdır, sırru'l-esrar'dır.
Mutlak bilinemez olandır, tecellisi hangi gönüle nasıl yansırsa o kadarıyla bilinir.
Bilmek eylemektir zira.
'Senin bildirdiğinden fazlasını bilemeyiz' denmiştir.
İnsan, varoluşun sırrı, kainatın meyvesidir. Meyveden kasıt da çekirdektir.
Zira onunla iş başa döner.
Erginlik anlamına gelen Arapça, 'büluğ', 'meyve vermek' manasınadır.
Büluğa ermek yani belağa fiili örneğin ağaçlar için de kullanılır.
Ağaç çiçeklenip meyveye durunca, 'ağaç erdi' derler.
Bu, onun meyvesinin yani çekirdeğinin açığa çıkmasıdır.
Bu meyanda çocuk için de babanın sırrının açılması denmiştir.
Çocuk, ebeveynin sırrıdır.
İnsan, yani kamil insan, kainatın hem özü-özeti hem mümessili hem maksadının nesnesidir.
Bilinmek istemek sırrı insanla gerçekleşir.
Ruh, Rahman'ın nefesidir, insan, Yaratıcı'nın sıfatlarıyla muttasıftır.
Varolanlar, nehrin yüzeyindeki kabarcıklar/yakamozlar gibi yanıp yanıp söner, gelir giderler lakin şairin dediği gibi sır 'parıldamaya' devam etmektedir.
Bu sır insan olmadan da vardı, yok olduktan sonra da sürecektir.
Nazım Hikmet'in özellikle rubaileri, lirik veya politik şiirlerinden hayli farklıdır.
Ondaki gizemcilik ve irfani nitelikler/çağrışımlar daha çok rubaileri söz konusu edilerek okunabilir/tartışılabilir.
Faslı uzatmaya gerek yok.
Hayyam'a gönderimde bulunan ilginç bir rubai ile bitirmek isterim :
'Şarapla doldur tasını, tasın toprakla dolmadan, dedi Hayyam
Baktı ona gül bahçesinin yanından geçen uzun burunlu, yırtık papuçlu adam
Ben bu nimetleri yıldızlarından çok olan dünyada açım, dedi.
Şaraba değil, ekmek almaya bile yetmiyor param'
Sadık Yalsızuçanlar
Sözü dolaştırmaksızın, rubailerinden biriyle soruna bir kapı aralamak yerinde olacak :
'Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız
hep hısım akrabayız
ve ey güneş gözlü sevgilim, 'cogito ergo sum' değil
bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz...'
Nazım'ın Heidegger okuyup okumadığını bilmiyorum.
Ama 'düşünüyorum, o halde varım'ı, varlık algısına uygun olarak tersine çevirip, 'varım ki düşünüyorum'a dönüştürdüğü bilinir.
Sevgili'nin gözünün 'güneş'e teşbihine de dikkat etmek lazımdır. Güneş (şems) dişil bir kelimedir ve ilahi hakikat'i, Yaratıcı'yı temsil eder. 'Güneş gözlü sevgili'den kasıt bir kadın değilse, onu aşan bir şeyse ve benzetme sıradan bir söyleyiş olmaktan öte ise, burada fizikötesi bir ima veya inisiyatik bir doğrultu düşünülebilir.
Varlık 'aile'sinin 'haşmet'li olarak nitelenmesi de dikkat çekicidir. Varolana duyulan hayranlık ve onun olağanüstü niteliğine ilişkin bir yaklaşım söz konusudur burada.
Bir başka rubaisinde (başlığa konu ettiğim), insanın beden ve ruhunun kökenine atıfta bulunur
'Ne nurdan
Ne çamurdan
Sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk
Yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan...'
Nur, insanın ruhunun kökenini, çamur ise maddi doğasının aslını ima etmektedir.
İrfan ehli yaratılışı şöyle hikaye eder : Başlangıçta Allah vardı ve O'nunla birlikte bir şey yoktu. Önce Kendi nurundan Nur-ı Muhammedi'yi yarattı. Bütün evren O nurdan yaratıldı. Adem'in ruhu da, O nurdan var edilmiştir. İnsanın macerası, bir muhabbet, aşk ve şevk hikayesidir. Kainatın mayası aşktır. 'Muhabbetten hasıl oldu Muhammed', bu sırrı söyler. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, Adem'in Zuhuru'nu anlatırken şöyle der : 'Allah, Adem'i, yeryüzünden devşirdiği bir avuç topraktan yarattı. (Adamah, Sanskritçede 'kırmızı toprak' manasına gelir) Toprağın yapısına göre, insanoğullarından kimisi kırmızı, kimisi siyah ve beyaz veya bunların arasındaki ırklarda meydana geldi. Bazısı sert bazısı yumuşak huylu veya ikisinin ortası bir yapıda oldu. Adem'in karıldığı toprağı, Hz. Azrail, yeryüzünün bütün bölgelerinden tatlı, tuzlu, acı, güzel, pis mahiyetli olarak kırk zira miktarınca topladı. O toprağın her bir zerresi, insan bedeninin esasıdır. İnsan ölünce, toprağı nereden alınmışsa oraya gömülürmüş. Azrail, Allah'ın emriyle aldığı toprak parçasını, Taif'le Mekke arasına bıraktı. Cenab-ı Hak, O'na, 'insanların toprağını aldığın gibi, ruhlarını da alacaksın' buyurdu. Sonra Allah, o toprağın üzerine, Kerem bulutundan Rahmet yağmurunun damlalarını indirdi. Muhabbet suyu ile kardı ve çamur haline getirdi. Bir kutsi haberde şöyle buyrulur : 'Adem'in çamurunu, kudret elimle kırk gün yoğurdum' O'nun katında bir gün dünya zamanıyla bin yıldır. Sonra Allah, Adem'in kalıbını kırk gün bir yana bıraktı.Kalıp kurudu, 'pişmiş çamura benzeyen bir balçık haline geldi.' Sonra ondan ses geldi. İbn Abbas'in bir rivayetinde şöyle denir : 'Adem, kırk yıl, Cuma gününe değin çamurdan bir kalıp olarak kaldı.
Allah, Adem'e biçim verip ruh üfledi, onu inci ve yakuttan tahtına oturttu, keramet elbisesini giydirdi, başına vakar tacını koydu. Bu tacın dört direği vardı, her bir direkte, güneşten daha parlak, aydan daha ışıltılı büyük bir inci bulunuyordu, arşa uzayan bir sütun halinde parıldıyordu.. Melekler hayrete düştü ve şöyle dediler : 'Ey Allahımız! Sen, bundan daha üstün bir kişi yarattın mı?' Allah şöyle buyurdu : 'Kudret elimle yarattığım şey, aynen şunun gibidir ki, ona 'kün/ol' derim ve olur.' Ve meleklere, Adem'e secde etmelerini emretti. Secdeye ilk koşanlar, sırasıyla, Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail'di. Bir rivayette, meleklerin beşyüz yıl secdede kaldıkları bildirilir. Bu, kulluk değil, selam secdesidir...
Rivayetlerin özeti budur.
Şair, bu rubaisinde, insanın ruh ve bedeninin aslına ilişkin yaygın inanca itiraz ederek her şeyin, 'aynı hamur'dan geldiğini söyler.
'Hamur'un içeriğine ilişkin açık bir işaret yoktur.
Bu müphem ifadenin çağrışımlarından yola çıkarak ve baştaki itirazı esas alarak bakılacak olursa, şairin belirgin olmayan bir kaynağı, belki -zorlama olmasından korkarım- varoluşun kaynağı olarak gördüğü 'maddenin ezeliyeti'ni ima etmektedir.
Bunu destekleyen başka bir rubaisi şöyledir :
'Bir gerçek alemdi gördüğün ey Celaleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi :
'suret hemi zıllest...' filan diye başlayan değil...'
İlk dikkati çeken, 'yaratılmadı' sözcüğü...Yaratılışı ve Yaratıcı'yı inkar...Buna bağlı olarak, irfan ehlinin, varolanı 'hayal' olarak nitelemesine yapılan itiraz. Heyula bir kavram olarak, Hz. Mevlana'dan ve irfani gelenekten alınmıştır. Bir göndermedir aynı zamanda.
Heyula, maddi varoluşun kökeni olan 'töz'dür. 'Kün' emrine ilk muhatap olma halidir, olandır. Şair, Hz. Mevlana'ya (O'nun kişiliğinde irfani geleneğe) seslenirken, 'gerçek-gerçek olmayan alem'den söz ediyor. 'Görünen alem gerçektir, bir şey görünmüyorsa gerçekdışıdır.' Önermenin naifliği bir yana, bu tipik pozitivist iddianın Hz. Mevlana'ya 'üstten' bir bakışla yöneltilmesi de ilgi çekici. Alem'in ikinci özelliği, sonsuz olmayışı ve bir 'ilk ressam'dan da (Yaratıcı) yoksun bulunuşu. Arapçada yaşadığımız alem için, 'ed-dünya', yüce dünyalar için ise, 'el-alem' kelimesi kullanılır. Dünya, deni kökünden gelir, ve 'aşağıların en aşağısı' olarak nitelenmiştir. Aklın göze inmesi halinde, beş duyu ile kavranılamayan şey yok sayılır. Duyularla sınırlı alem ise gerçektir.
Belli ki şair, Hz. Mevlana'nın, 'görünenler gölgedir'diye başlayan rubaisine itiraz içeren bir karşı dörtlük yazmış ve bunu yaparken de Divan şiir geleneğine uymuştur.
Nazım Hikmet'in rubaileri arasında en ilginç olanı, kanımca şudur :
'Ruhum ne ondan önce vardı, ne ondan ayrı bir sırrın kemalidir
Ruhum onun, o dışımdaki alemin bende akseden hayalidir
Ve aslından en uzak ve aslına en yakın hayal
Bana ışığı vuran yarimin cemalidir'
Bilgeler, her aşkın O'ndan geldiğini ama İlahi olmadığını söyler.
Bu dizelerin çağrışımlarında, muhabbetin sırrının 'cemal' ve 'kemal'de olduğuna ilişkin güçlü bir işaret saklıdır.
Ruhun, sevgiliyle birlikte varolması, 'gizli bir hazine idim...' rivayetindeki sırra bakar.
Varlığı Kayyum adı tutmaktadır.
Sevgili olmaksızın alem olmaz. Ruh, Sevgili'den sonradır ve sırrı da O'nun kemalindedir.
Şairin 'sevgili'den kastının O olmadığı açıktır ama tevhit de, 'sonradan olanın öncesiz olana bitiş(tiril)mesidir.
Her şey O değildir fakat O'ndandır, O'nadır ve O'nunladır.
Rubaide, ruh, kemal, cemal, alem, hayal ve sır kelimelerinin kullanımı dikkat çekicidir.
Cemal ve kemal ruha yönelik sıfatlardır. Alem ise hayaldir, gölgedir.
Sır, cemal ve kemal'in tecellisiyle birlikte alemin hayal niteliğinin ortadan kalkmasıdır.
Rubainin dibindeki duyarlık birlik ilkesinden neşet etmektedir.
"Sevgilimin hayali dile geldi aynanın üzerinde
'O yok, ben varım' dedi bana günün birinde
Vurdum, düştü parçalandı ayna, kayboldu hayal
Ve lakin çok şükür sevgilim duruyor yerli yerinde"
Ayna inisiyatik bir imgedir. Bir bakıma varoluş aynanın sırrındadır.
Sırrı dökülen ayna, ayna olmaktan çıkar.
Cam, sırrı olmayınca ayna olmaz.
Ayna mücella değilse gerçeği yansıtmaz.
Bu yüzden bilgelerin üç temel niteliğinden biri, 'safiiyyun' olmalarıdır.
Sevgili ile hayalinin farklı algılanışı, bana 'itikad'ın tüm yalınlığı içinde bile bir tür sınırlama oluşunu çağrıştırıyor. Akd, yani düğüm, ukde, düğümlemek, bağlamak, bir kayda bağlamak, tarif etmek, nitelemek...Algıladığımız 'şey' ne olursa olsun, 'itikad'ımızla, sınırlarımızla kayıtlıdır. Şeyler itikadımıza sığar ve oradaki görünümleri kadardırlar. Oysa sevgili gerçek nitelikleriyle hangi itikada, hangi sınırlara sığabilir ki!
Şair, 'hayal'i olumsuzlayıp sevgilinin somut varlığını, gerçekliğini yüceltmiş olsa da bu gerçeğin sınırları içindedir.
Tam da burada şu rubaiyi okuyabiliriz :
'Muşambanın üstüne resmini bir kerecik çizdim ama
Günde bin kere resmin çıktı bende tepemden tırnağıma
Fakat ne tuhaf şey hayalin ondan daha çok kalacak
Benden uzun ömürlüdür muşamba...'
Bu kez hayalin gerçekten daha 'uzun ömürlü', daha gerçek olduğu yönünde bir düşünceyle karşılaşıyoruz. Gündelik yaşamın içinden bir nesnenin, muşambanın üzerine çizilen bir resim (tersim, kader tersimi, ilk soyutlama adımı) birden binlerce çoğalarak, tepeden tırnağa kadar yayılıyor ve sirayet ediyor. Sevgilinin hululü. Şair, aşkın olana doğru yürümeyi hemen terk ederek muşambaya dönüyor, orada hayalin daha sürekli olacağını belirterek ömrünün kısalığına bir hüzün notu düşüyor. Öyle ya sevgi ölüm gibi güçlüdür.
Ölüm deyince, rubailerden şu düşüyor dile :
'Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha
Güzelim dünya elveda,
Ve merhaba
kainat...'
Eğer şairin 'kainat'ı, el-alem değilse, bu sıradan bir kelime tercihi ise veya yine müphem, belirsiz bir uzama gönderme yapıyorsa, denilebilir ki Nazım Hikmet, 'inançsızlığın inancı'nda türünden genelgeçer bir nitelemeyi hak ediyor. Ama bendeniz bu düşünceyi sevimli bulmuyorum. İbn Arabi'yi hatırlıyorum, 'put'un da bir ikon olduğunu, köktenci bir iman sapması olarak aslında özünde iman'ı sakladığını belirtiyordu.
Allah'ı inkar etmek, kendini inkar etmekten güçtür. Bunda ısrar eden ve yüksek sesle telaffuz edip duran biri, hele bir şairse yokluğundan ziyade varlığına ilişkin bir kaygı veya korkuyu yedeğinde taşıyor demektir.
Evet, dünya geçicidir, Pir Sultan'ın nefesiyle, 'dünya durulmaz'...Hem bir köprüdür, oraya yerleşil(e)mez, hem de kaotiktir, iyilikle kötülük karışıktır ve asla durulmaz...Durulma ancak dünyanın da bağlı olduğu kayıtların tümüyle yok oluşundan sonra mümkündür.
Dünyaya elveda demek kainata merhaba demektir, doğru, ama o 'kainat' nasıl bir mekanettir? Bunu rubaide müphem bırakan şairin kevn'e sızması gerekirdi.
Bilinmez kim hangi kapıdan girmiş, hangi yere yolu uğramış, nerelere ulaşmış/savrulmuş, her şeyin aslını ve doğrusunu sadece Allah bilir.
Rubailer arasında en lirik ve romantik olanına geldi sıra :
'Öptü beni ve bunlar kainat gibi gerçek dudaklardır, dedi.
Bu ıtır senin icadın değil, saçlarından uçan bahardır, dedi.
İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde
Körler onları görmese de yıldızlar vardır, dedi.'
Burası biraz daha dağ havası, bahar şenliği.
Dudakların kainat gibi gerçek olması, ıtırın bir faninin icadı olmaması ve baharın saçlardan uçacak kadar kalbimize yakın durmasının gökteki yıldızlarla bir ilgisi olmalı.
Gök(ler), aşağı alemi olan arzı çevreler ve kuşatır. Gökle çevreliyiz, der Heidegger, evet arziyiz, geçiciyiz lakin göklerle çevriliyiz.
Gözünü kapayan kendine gece yapar.
Körler onları görmese de yıldızlar vardır, bunu biliriz.
Yıldızlarda nebiler ve bilgeler oturur.
Her seyyare veya yıldız, bir kamil insanın mekanıdır.
Ve birer mazmundurlar.
Ve nihayet 'maddeci' olmayan, bir Mısri nefesini veya bir Kenan Rıfai gazelini hatırlatan bir rubai :
'Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
Parıldamakta devam edecek ben basıp gidince de
Çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
Ve bende bu aslın sureti çıktı sadece...'
Şairin rubailerindeki Mevlana veya Hafız etkisi en çok bu dörtlükte kendisini gösteriyor.
Evet varolanda aslın sureti çıkar.
İnsan zübde-yi alemdir, sırrın özetidir.
Allah, sırların sırrıdır, sırru'l-esrar'dır.
Mutlak bilinemez olandır, tecellisi hangi gönüle nasıl yansırsa o kadarıyla bilinir.
Bilmek eylemektir zira.
'Senin bildirdiğinden fazlasını bilemeyiz' denmiştir.
İnsan, varoluşun sırrı, kainatın meyvesidir. Meyveden kasıt da çekirdektir.
Zira onunla iş başa döner.
Erginlik anlamına gelen Arapça, 'büluğ', 'meyve vermek' manasınadır.
Büluğa ermek yani belağa fiili örneğin ağaçlar için de kullanılır.
Ağaç çiçeklenip meyveye durunca, 'ağaç erdi' derler.
Bu, onun meyvesinin yani çekirdeğinin açığa çıkmasıdır.
Bu meyanda çocuk için de babanın sırrının açılması denmiştir.
Çocuk, ebeveynin sırrıdır.
İnsan, yani kamil insan, kainatın hem özü-özeti hem mümessili hem maksadının nesnesidir.
Bilinmek istemek sırrı insanla gerçekleşir.
Ruh, Rahman'ın nefesidir, insan, Yaratıcı'nın sıfatlarıyla muttasıftır.
Varolanlar, nehrin yüzeyindeki kabarcıklar/yakamozlar gibi yanıp yanıp söner, gelir giderler lakin şairin dediği gibi sır 'parıldamaya' devam etmektedir.
Bu sır insan olmadan da vardı, yok olduktan sonra da sürecektir.
Nazım Hikmet'in özellikle rubaileri, lirik veya politik şiirlerinden hayli farklıdır.
Ondaki gizemcilik ve irfani nitelikler/çağrışımlar daha çok rubaileri söz konusu edilerek okunabilir/tartışılabilir.
Faslı uzatmaya gerek yok.
Hayyam'a gönderimde bulunan ilginç bir rubai ile bitirmek isterim :
'Şarapla doldur tasını, tasın toprakla dolmadan, dedi Hayyam
Baktı ona gül bahçesinin yanından geçen uzun burunlu, yırtık papuçlu adam
Ben bu nimetleri yıldızlarından çok olan dünyada açım, dedi.
Şaraba değil, ekmek almaya bile yetmiyor param'
Sadık Yalsızuçanlar
Kalbi Öldüren Tehlikeli Virüsler
'Gönül Allah'ın evidir, onu Allah'tan gayrı her şeyden temizle ki, Rahman gecelerde o saraya nüzûl etsin; İlâhî varidatın kalbe sağanak sağanak yağsın.' İşte kalbi öldüren virüslerdir
İnsanın iki bünyesi vardır. İlki, hepimizin bildiği, beden dediğimiz fizik bünye. Diğeri ise bu bünyenin metafizik âlemdeki dublesi. Birincisi "hücre" adı verilen yapı taşlarından teşekkül etmiştir. İkincisini oluşturan en küçük parçalara ise "lâtîfe" denir. Her iki bünyenin merkezinde de "kalb" vardır. Fizik bünyedeki kalb, bütün damarların bağlı olduğu bir santraldir. Vücuda kan pompalayan, hücreleri besleyip hayatta kalmalarına vesile olan hayatî bir organdır. Bu sebeple beden sağlığı, kalb sağlığıyla doğru orantılıdır. Ritim bozukluğu olan, damarları tıkanan, kapakçıkları düzensiz bir kalbin, bünyeyi uzun süre taşıyabilmesi mümkün değildir. Kalb durunca da hayati fonksiyonlar biter.
Manevî bünyemizin merkezinde de kalb vardır. Sûfîler bu kalbi "insanın asıl hakikati" olarak isimlendirirler. Allah'a muhatap olup sorumluluklar yüklenen bu kalbdir. Bu kalb, hidayetle de kanatlanabilir, dalâlete de yuvarlanabilir. Bu kalb, İlâhî ma'rifetin merkezidir. Allah bu kalbde bilinir. Namazdan lezzet alan, secdeyi ayrı bir tatla duyan, kulluğun heyecanını derinden hisseden bu kalbdir. Bu kalb, Cenab-ı Hakk'ın esmâ ve sıfatlarının tecelli ettiği odak noktadır. Kur'an'da, dinî ilimlerde, tasavvufta ve edebiyatta "kalb" dendiği zaman bu kalb kastedilir. Bu kalb, Zât-ı Vâcibü'l-Vücûd'u bütün fiilleri, isimleri, sıfatları ve şuunâtıyla tanıyıp sevebilecek bir kapasiteye sahiptir. Bilinip tanınmayı ve kendisine ibadet edilmesini murad buyuran Kudreti Sonsuz, bunun için insanı ve onun kalbini yaratmıştır.
Kalb, imanın, niyetin, ma'rifetin, ilmin, hikmetin ve Allah'a yakın olmanın kalesidir. Orası iman, ibadet ve ihsan duygularının ana vatanıdır. Kalb, Cenab-ı Hakk'ın nüzûlüne âmâde bir saraydır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel söyler:
"Dil beyt-i Hüdâdır, ânı pâk eyle sivâdan;
Kasrına nüzûl eyleye Rahman, gecelerde"
"Gönül Allah'ın evidir, onu Allah'tan gayrı her şeyden temizle ki, Rahman gecelerde o saraya nüzûl etsin; İlâhî varidatın kalbe sağanak sağanak yağsın."
Öyleyse, oraya Hakk'ın hoşnut olmadığı hiçbir şey yerleşmemelidir. Nefsânî, dünyevî ve şeytanî duygular Hüdâ'nın evinin bahçesine gecekondu yapmamalıdır. İşleri yağma olan kırk haramiler, o hazineye musallat olmamalı, birikmiş güzellikleri yok etmemelidir. Başta küfür olmak üzere, nankörlük, riyâ, süm'a, ucub, kibir, tûl-i emel, hırs, şehvet, gaflet, nefret, kin, hased, menfaatperestlik, makam sevgisi, şöhret tutkusu gibi amansız düşmanlara karşı kalb, karantinaya alınmalıdır.
Bunlar, kalbi öldüren tehlikeli virüslerdir. Kalb, İlâhî isim ve sıfatların aynası ise bu hastalıklar o aynanın yansıtma özelliğini kaybettiren, paslandıran, kirleten unsurlardır. Bunlardan kurtulamayan bir kalb, ayna olma görevini yerine getiremez. Ayna kirli ve paslı olunca ahlâka, ibadetlere ve davranışlara İlâhî nurlar aksetmez. Simalarda ilâhî nur görünmez. "Mü'min, görüldüğü zaman Allah'ı hatırlatır" beyanı da buna işaret eder. Ayna ne kadar parlak ve pürüzsüz ise davranışlar o kadar düzgün ve İlâhî ahlâka uygun olur.
Öyleyse fizik bünyedeki kalbin sağlığı için ne kadar hassasiyet gösteriyorsak, esas kalbimiz için daha fazlasını göstermeliyiz. Onu mikroplardan arındırmalı, sağlıklı çalışıp manevî bünyemizin bütün latîfelerine kan pompalamasına, can vermesine yardımcı olmalıyız. İstiğfar ile kalbi kirlerden temizlerken, dua ve ibadetlerle orayı cennet bahçesine çevirmeye çalışmalıyız.
Manevî bünyemizin merkezinde de kalb vardır. Sûfîler bu kalbi "insanın asıl hakikati" olarak isimlendirirler. Allah'a muhatap olup sorumluluklar yüklenen bu kalbdir. Bu kalb, hidayetle de kanatlanabilir, dalâlete de yuvarlanabilir. Bu kalb, İlâhî ma'rifetin merkezidir. Allah bu kalbde bilinir. Namazdan lezzet alan, secdeyi ayrı bir tatla duyan, kulluğun heyecanını derinden hisseden bu kalbdir. Bu kalb, Cenab-ı Hakk'ın esmâ ve sıfatlarının tecelli ettiği odak noktadır. Kur'an'da, dinî ilimlerde, tasavvufta ve edebiyatta "kalb" dendiği zaman bu kalb kastedilir. Bu kalb, Zât-ı Vâcibü'l-Vücûd'u bütün fiilleri, isimleri, sıfatları ve şuunâtıyla tanıyıp sevebilecek bir kapasiteye sahiptir. Bilinip tanınmayı ve kendisine ibadet edilmesini murad buyuran Kudreti Sonsuz, bunun için insanı ve onun kalbini yaratmıştır.
Kalb, imanın, niyetin, ma'rifetin, ilmin, hikmetin ve Allah'a yakın olmanın kalesidir. Orası iman, ibadet ve ihsan duygularının ana vatanıdır. Kalb, Cenab-ı Hakk'ın nüzûlüne âmâde bir saraydır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel söyler:
"Dil beyt-i Hüdâdır, ânı pâk eyle sivâdan;
Kasrına nüzûl eyleye Rahman, gecelerde"
"Gönül Allah'ın evidir, onu Allah'tan gayrı her şeyden temizle ki, Rahman gecelerde o saraya nüzûl etsin; İlâhî varidatın kalbe sağanak sağanak yağsın."
Öyleyse, oraya Hakk'ın hoşnut olmadığı hiçbir şey yerleşmemelidir. Nefsânî, dünyevî ve şeytanî duygular Hüdâ'nın evinin bahçesine gecekondu yapmamalıdır. İşleri yağma olan kırk haramiler, o hazineye musallat olmamalı, birikmiş güzellikleri yok etmemelidir. Başta küfür olmak üzere, nankörlük, riyâ, süm'a, ucub, kibir, tûl-i emel, hırs, şehvet, gaflet, nefret, kin, hased, menfaatperestlik, makam sevgisi, şöhret tutkusu gibi amansız düşmanlara karşı kalb, karantinaya alınmalıdır.
Bunlar, kalbi öldüren tehlikeli virüslerdir. Kalb, İlâhî isim ve sıfatların aynası ise bu hastalıklar o aynanın yansıtma özelliğini kaybettiren, paslandıran, kirleten unsurlardır. Bunlardan kurtulamayan bir kalb, ayna olma görevini yerine getiremez. Ayna kirli ve paslı olunca ahlâka, ibadetlere ve davranışlara İlâhî nurlar aksetmez. Simalarda ilâhî nur görünmez. "Mü'min, görüldüğü zaman Allah'ı hatırlatır" beyanı da buna işaret eder. Ayna ne kadar parlak ve pürüzsüz ise davranışlar o kadar düzgün ve İlâhî ahlâka uygun olur.
Öyleyse fizik bünyedeki kalbin sağlığı için ne kadar hassasiyet gösteriyorsak, esas kalbimiz için daha fazlasını göstermeliyiz. Onu mikroplardan arındırmalı, sağlıklı çalışıp manevî bünyemizin bütün latîfelerine kan pompalamasına, can vermesine yardımcı olmalıyız. İstiğfar ile kalbi kirlerden temizlerken, dua ve ibadetlerle orayı cennet bahçesine çevirmeye çalışmalıyız.
Süleyman Sargın
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)